13 Nisan 2010 Salı

KENDİN OL!!!


Uzun bir aradan sonra yine buradayım. Bu bloga başlarken amacım sık sık paylaşımlarda bulunmaktı. Ama çeşitli sebeplerden ötürü istediğim sürekliliği yapamadım. Ama son dönemde hayatımda gerçekleşen bazı durumlardan ötürü tekrar yazmak için buradayım.

Normalde bu blogta izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, gittiğim yerler hakkında yazılar yazıp hem yaşam deneyimlerimi paylaşmak hem de insanların bu kitap, film, mekan ya da farklı yerlerle ilgili ön bilgiler edinmelerini sağlamaktı amacım. Bu uzun aradan sonra yazacağım yazı tam olarak bunların hiçbirisi değil. Tam olarak değil diyorum çünkü yazacaklarım yine de bir kitaptan alıntılar içeriyor olacak.


Hayatımda son dönemde rutin hale gelmiş yaşantıma farklılıklar getirme ihtiyacı hissettim. Yaşantımın son birkaç yılında bazı rutinlere öylesine uyum sağlamaya başladım ki gerçek ben olmaktan uzaklaşmaya ve gerçekten mutlu olduğum şeylerden vazgeçmeye başladığımı fark ettim. Bu duygularla boğuşurken hayatımdaki bazı deneyimler bu duygumu körükledi. Bu dönemde okuduğum bir kitapta (halen okumaya devam ettiği için kitabı bitirene kadar kitabın adını vermemeye karar verdim. Kitap bitince kitapla ilgili özel bir yazı da yazacağım) bu duygularımla ilgili bir bölüm okudum. Bu kitaptaki bu bölümden alıntıların da yer alacağı bu yazı da bunun üzerine. Kendin olmak...


İnsanın kişisel devriminin önündeki en büyük engel her şeye fazlasıyla alışma, hiçbir şeye şaşırmama hali... Geldik gidiyoruz yılmışlığı... Kurulu düzenlerimizin içinde yattığımız müebbet hapsimiz...


Sabah kaçta kalktığın bellidir, gece de kaçta yattığın...
O akşam TV'de ne izleyeceğin, kahvaltıda ne yiyeceğin...
Gece yatarken ne giyeceğin... İşe hangi yoldan gideceğin... Gelirken de nerede sıkışıp bekleyeceğin...


Yuvarlanıp gittiğin bu dünyada; her şey belirli ve tanımlı... Tanımlı olan sadece pijamalarının nerede durduğu değil. Daha önemlisi neye inandığımız, hayatı nasıl algıladığımız, ne için yaşadığımız, yaşadığımız olumsuzluklara rağmen onlara bağlanıp kalmamız da bu korkunç ezberin bir parçası...


Dünyanın belki de en zor kararı; alabildiğine monoton bir hayatın içinde kendi kişisel devrimlerine imza atabilmek. En zor olan, fakat aynı zamanda da en tatlı olan.


Suyun lezzeti değişmez belki ama senin ondan aldığın haz değişebilir. Terli terliyken içtiğin buz gibi su mesela...


Mutlu olmak istiyorsan, "sürdürülebilir" bir mutluluğun peşindeysen, o zaman devrim yapmaya gönüllü olacaksın. Devrim yapmak istiyorsan kılıcını kınından çıkartmaktan korkmayacaksın.


Kendini mi gerçekleştireceksin? Kendin mi olacaksın? Kendin olmak için seni engelleyenlerden vaz mı geçeceksin? Bu mudur kararın? O zaman bu yolda karşına çıkacak kimsenin gözünün yaşına bakamazsın.


Hem devrim yapacağım, hem kimseyi kırmayacağım. Üzgünüm ama böyle hibrit bir devrim modeli yok!!!


Ardımızda kırgınlarımız, bize muhtaç kalanlarımız, hatta kötü konuşanlarımız olacaktır. Kendini herkesi mutlu ederek gerçekleştirmek... Herkes bilsin ki böyle bir olgunlaşma, gelişim, evrim yok.


Kaderimizi belirleyen seçtiklerimiz değildir.
KADERİMİZİ BELİRLEYEN ASLINDA VAZGEÇTİKLERİMİZDİR!!!


Neleri geride bırakacağını, kimlerle vedalaşacağını biliyorsan tamamdır bu iş, yolun açık olsun. Vazgeçmen gerekenden hele bir vazgeç... Yerine gelecek olan seni bulacaktır zaten.


Bir düşün... Ruhunun ormanları tutuşmuş. Çatır çatır yanıyor her şey birer birer. Ne yapacaksın? Tabi ki su sıkacak, alevleri suya boğacaksın. Mümkün olan en tazyikli suya ihtiyacın var. Sonuna kadar açacaksın muslukları. Unutma, bahçe sulamıyorsun sen. Tutuşturulmuş ağaçlarını hayata döndürmeye çalışıyorsun. Ya üzerime su sıçrarsa, ya ıslanırsam...? Geç bunları. Üzerine sıçrayacak sudan imtina etmenin bedeli, üzerine ateşin sıçraması olabilir...


Sevgiyi hayatımızda hakim kılmaya çalışıyoruz. Bu bazen yanıltıyor bizi. Hayatımızda korkuyu, mutsuzluğu, gerginliği hakim kılanları bağrımıza basacağımız anlamına gelmiyor tüm bunlar. Sevmesini de bileceksin, elinin tersiyle itmesini de.


Erkeksen, erkeklik adına duyarsız hanzonun teki olmayacaksın. Dişi karakterin sevgi renklerini de barındıracaksın üzerinde.
Kadınsan, dişilik adına çıtkırıldım hanımefendinin teki olmamalısın. Erkek karakterin delikanlı renklerini de barındırmalısın üzerinde.


Senden iyi seven olmayacak. Yeri geldimi de senden iyi çifte atanı da olmayacak. Dikkatli olacaklar konu sen olduğunda. Çok iyidir ama tersi de çok kötüdür diyecekler...


Kendisi olmak, kişisel devrimini gerçekleştirmek isteyen herkeste biraz kedilik olmalıdır. Esnek, sevgi dolu, dertsiz, tasasız belki uyuşuk ama yeri geldiğinde de alabildiğine tırmalayıcı...


Bir arkadaşımın hayvan mağazası vardı. Çok hayvansever biriydi. Bir keresinde köpekbalığı yavrusu görmüştüm deniz akvaryumunda.


Özgürlüğüne çok düşkün bir hayvanmış köpekbalığı. Bir sonraki gidişimde göremeyince "köpekbalıkları nerede?" dedim. Gece intihar ettiğini söyledi. Akvaryumun tepesindeki kapağın birkaç santimlik aralıktan kendini dışarı atmayı başarmış. Belli ki bunu denize ulaşmak için yapmış. Kilitli ve sahilden çok uzak bir dükkanın içinde. Ama en azından denemiş. Bir kere bu akvaryuma, bu kapana girdim böyle devam etsin dememiş. Denemiş ve kendini gerçekleştirme yolunda can vermiş...


Elbette kendinizi gerçekleştirmek, sizi kapana kısılmış hissettirdiklerinde can vermek demek değil. Ama kısıldığınız kapandan kurtulmak için mücadele etmektir. Bu bazen sizin ya da sizi akvaryuma hapsedenlerin canını yakabilir, üzebilir. Ama bu hayatı kimin için yaşıyoruz? İş performansınızdan memnun, ama sizin iş yerinizdeki olanlardan mutlu olup olmadığınızı önemsemeyen patronlarınız için mi? Sizinle birlikte olmaktan mutlu ama sizi olduğunuz gibi değil de onun olmasını istediğiniz gibi biri olmak için çekiştiren, bunu yaparken de sizin mutlu olup olmadığınızı umursamayan sevgiliniz, eşiniz ya da aileniz için mi?


Herkes biraz köpekbalığı olmalı şu hayatta. Kendini kabul ettirebilmeli onun gibi. Aynı onun gibi; "Bunlar akvaryumda beslemeye gelmiyor" dedirtebilmeli. Akvaryumlar japon balıklarına bırakılmalı.
Ama hala da seni akvaryuma hapsetmeye çalışıyorlarsa da bulduğun küçük delikten de sıçramalısın dışarı.


Şu kurulu düzen hapishanesinden kaçmanın bir yolunu bulmalı insan. Kaçabildiği kadar uzağa gitmeli.


En basitinden başla. Evinin şeklini değiştir. İşe farklı yollardan git. Duvarlarının rengini değiştir. Okuduğun gazeteyi değiştir. Bir şeyler yap!!! Hayatın sabit bir şey olmadığını göster kendine. O zaman kişisel devrimini yapman daha kolay olacak. Dünya dönüyorsa sen niye duruyorsun?!


Küçük değişikliklerle başla, sonra seni sen olmaktan alıkoyan her şeyi değiştirmekle devam et!!!


Kedi ol, köpekbalığı ol...


Ne olursan ol, KENDİN OL...


Bedeli ne olursa olsun sen, SEN OL!!!

28 Kasım 2008 Cuma

Issız Adam


Geçen hafta perşembe günü izledim bu Çağan Irmak filmini. Biraz filmin konusu, oyuncuları, müzikleri ve yönetmeni hakkında bilgiler vereceğim. Sonra da filmle ilgili kendi düşüncelerimi paylaşacağım sizlerle.

Filmin yönetmeni Çağan Irmak. 1970 yılında İzmir'de doğmuş. Üniversite yıllarında çektiği "Masal" ve "Kurban" isimli iki kısa filmi ile Sedat Simavi ödülü kazanmış. Sırasıyla Orhan Oğuz, Mahinur Ergun, Filiz Kaynak ve Yusuf Kurtçenli'ye asistanlık yapmış. 1998 yılında yaptığı "Bana Old and Wise'ı Çal" adlı kısa filmle IFSAK'da birincilik ödülü almış. Ayrıca bu film Londra Film Festivali'nde gösterilmiş. Daha sonra "Asmalı Konak" ve "Çemberimde Gül Oya" adlı televizon dizilerini yönetmiş. Her iki dizi de Türkiye'de izlenme rekorları kırdı. Özellikle "Çemberimde Gül Oya" dizisi sıradan bir dizi olmadığı gibi bir dönem dizisi olması nedeniyle çok dikkatle ve ilgiyle izlendi. 2001 yılında "Bana Şans Dile" isimli filmi ilk uzun metrajlı filmi Çağan Irmak'ın. 2003 yılında çektiği "Mustafa Hakkında Herşey" adlı filmde izlediğim ve çok beğendiğim bir filmdi. Ve 2005 yılında yaptığı "Baba ve Oğlum" filmi... İşte o film belki de Çağan Irmak isminin neredeyse herkes tarafından bilinmesini sağladı. Hayatında sinemaya gitmemiş insanları sinemaya çekti. Duygu dolu film, gerçekçi hikayesi, sade ama etkili anlatımı ve karakterler ile tam anlamıyla oturmuş müthiş oyuncu kadrosu ile herkesi büyüledi. Çok gözyaşı döküldü filmi izleyenler tarafından. Sayısız ödüller kazandı bu film. Sonra "Ulak" filmini çekti. O da farklı ve etkileyici bir filmdi. Çağan Irmak filmde ilişkileri o kadar gerçekçi yansıtıyor ki izleyenler çoğunlukla kendilerinden bir şeyler buldular Çağan Irmak'ın yönettiği filmlerde ve o filmlerdeki karakterlerde. İşte kısaca Çağan Irmak...

Gelelim oyunculara.
Cemal Hünal: 1976 doğumlu Cemal Hünal Issız Adam filminde başroldaki erkek karakter olan Alper'i canlandırıyor. Doğal oyunculuğu ile gerçekten insanın kendisinden bir şeyler bulmasına yardımcı olan bir tarzı var. Zaman zaman kendine güvenen, zaman zaman ürkek ve güvensiz kişiliği olan Alper'in bu gel-gitlerini çok başarılı yansıtmış. Çok tecrübeli olmayan Cemal Hünal bu filmde yılların karakter oyuncularını kıskandıracak bir oyunculuk çıkarmış.

Melis Birkan: Filmdeki baş kadın oyuncu olan Melis Birkan, Ada karakterini canlandırıyor. Filmin adı ile ilgili görüşlerden birisi (ki ben de fragmanını ilk izlediğimde aynı düşünceye kapılmıştım) Issız "Ada"m şeklinde bir kelime oyunu olduğu yönünde. Diğer görüş ise baş erkek karakter olan Alper isimli Adam'ın Issızlığı, yalnızlığı vurgulanıyor. Sanırım Çağan Irmak burada her ikisine de gönderme yapmak istemiş. Hangi gözle bakıldığına göre değişen bir anlam. Melis Birkan filmde o kadar doğal ki, belki de birçok erkeğin geçmişinde yaşadığı ya da halen yaşamaya devam ettiği ilişkilerdeki sade, her yerde karşınıza çıkabilecek bir insan tipinin o basitliğini yansıtmanın zorluğunu hiç yaşamamış gibi. O sadeliği vermek isterken iyice yapaylaşmanın çok da şaşırtıcı olmayacağı bir rolde o kadar ustaca oynamış ki insanı büyülüyor.

Yıldız Kültür: 45 senelik sanat hayatında çok çok başarılı işlere imza atan Yıldız Hanım filmde Alper'in annesi Müzeyyen Hanım'ı canlandırıyor. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkıyor. Sanki biraz nereye konacağı tam kestirilememiş bir karakter gibi duruyor. Ama bazı sahnelerde öyle önemli oyunculuk ve replikler var ki işte hem doğru oyuncu hem de bu filmde olması gereken bir karakter dedirtiyor.

Filmin konusuna gelince...
Alper 30 yaşında kendi restoranının sahibi olan iyi bir aşçıdır. İşinde başarılı ama özel yaşantısını düzene koyamamış; yaptığı yemekleri günübirlik ilişkiler, paralı kadınlar üçgeninde yaşayıp gitmektedir. Ada ise 20'li yaşlarının sonlarında çocuk kostümleri tasaralayıp diken mütevazi, sade ve fazla iniş çıkışları olmayan bir kadındır. Alper'in en önemli ilgi alanı 45'likler. Evinde bir pikap var. Sürekli eski plaklar alıyor ve onları dinliyor. Özellikle zor bulunan plakları arıyor. Ada ise ikinci el kitap alma alışkanlığı olan birisi. Zor bulunan kitaplar değil ama daha önce başkasının okuduğu kitapları alıyor. O kişilerden bir şeyler bulma, onların yaşantısına girebilme düşüncesi taşıyarak.

Alper ve Ada eski bir plak ve bir ikinci el kitap arama çabası sırasında tesadüfen karşılaşıyorlar. Sonra Alper Ada'dan etkilenir. Önce onu tavlama çabaları. Sonra hayatı boyunca kaçtığı bağlanmanın etkisinde kalıp Ada'ya hayatında yer açmaya çalışması, bu çaba sırasında kendi alanının daraldığını fark etmesi ve iki durum ve duygu arasında gidip gelmesi üzerine kurulu bir film.

Filmin konusu aslında çok sade. Yani herkesin yaşadığı yada yaşamış olabileceği, çok bizden, çok içimizden bir konu. Bu kadar sıradan, bu kadar basit bir konuyu da son derece yalın ele almış Çağan Irmak. Peki nedir bu kadar basit olup da bu kadar etkileyici olan?

Aslında güzel ve etkileyici olan da Çağan Irmak'ın bu basit ve sade konuyu karmaşıklaştırmaya çalışmaması, onu en sade haliyle sunması. Öyle ki repliklerin % 90'ı gerçekten şahit olabileceğiniz sözlerden oluşuyor. Aralara serpiştirilmiş edebi sayılabilecek üzerinde düşünülmüş sözler elbette var. Ama zaten bizler de bazen hayatımızın içine böyle sözler katmaya çalışmıyor muyuz? Biraz süsle miyor muyuz bazen konuşmalarımızı? Film tüm sadeliği ile sizi içine çekiyor. İzlerken belki de Alper oluveriyorsunuz bir anda... Yada Alper siz oluveriyor işte... Bayanlar kendilerini Ada karakterinin içinde görüyorlar farkında olmadan. Yaşadıkları aşkı, aşklarını kaybetmemek için verdikleri çabayı ve özveriyi tekrar yaşıyorlar. Biten aşklarına tekrar bakıyorlar filmi izlerlerken. Yada bitmesin diye çırpındıkları ilişkilerine...

Ve filmde öyle birkaç sahne var ki beni çok etkilediğini itiraf etmem gereken...
Filmi izlemeyenler için çok fazla detay vermek istemiyorum. Ama Alper'in annesinin yatağının yanına oturup "Çok zor be Anne" deyişi, annesinin "Nesi Zor Be Oğlum" cevabı, Alper'in boğazına düğümlenen cümlelerin arasından zorlukla yine "Çok zor be Anne" deyişi, annesinin belki de her şeyi anlasa da dillendirmeyişi ve onun da kendini tekrar edip yine "Nesi Zor Be Oğlum" demesi. Ömrümden ömür geçti. Sanki Annem oturdu karşıma. Anneme günün birinde "Çok zor be Anne"deyişim geldi gözümün önüne. Yine dedim. Yine yutkunamadım. Yine zorlandım izlerken. Boğazımdaki düğümlenem şimdi bunu yazarken bile tekrar gelip oturdu...
Ve filmin final sahnesi. Sırf o 3-4 dakikalık kısa sahne için bile filmi izlemeye değer. Vuruyor geçiyor. Bir o yana bir bu yana savruluyorsunuz. Çok çarpıcı... Mutlaka izlenmeli.

Değinmek istediğim bir husus daha var. Filmi izledikten sonra internette filmle ilgili bakınırken bazı sitelerde yorumlar okudum. Bazı kişilerin filmi neredeyse porno filmmiş gibi gösterdiğini okuyunca hem şaşırdım hem de üzüldüm. Üzüldüm, çünkü toplumumuzun en büyük eksikliği olan resmin genelini görememe sıkıntısını yine yaşadım. Cımzbızla içinden bir parça çıkarıp bütün filmi bunun üstüne yorumlamak büyük haksızlık.

Filmde neredeyse tek bir göğüs bile gözükmüyor. İlk yarısında Alper'in savruk yaşantısını ve çarpık ilişkilerini vurgulamak için yer alan ve kesinlikle çok kısa süren ve hiçbir pornografi içermeyen 2-3 sevişme sahnesi ve Ada ile birlikte Alper'de yaşanan değişikliği göstermek için konmuş bir sevişme sahnesi dışında abartılı hiçbir seks sahnesi yok filmde. Tabi ki çocuklara uygun bir film değil. Ama zaten o sahneler hiç olmasa da film konusu itibari ile çocuklara uygun bir film değil. Yetişkinler içinse yine hayatın içinden, hiç abartıya kaçılmamış, hiç bir erotik, pornografik unsuru olmayan birkaç sahneyi tutup filmi porno statüsüne sokanlara hiç ama hiç katılmıyorum.

Kimse filmden "Babam ve Oğlum"u beklemesin. Ordaki gibi film boyunca duygu seli yok. Öyle çok gözyaşı akıtacak sahne de yok. İki kısa sahne dışında ağlama yaratacak bir şey yok filmde. Ama televizyonda izlediğim bir programda Çağan Irmak'ın söylediği şey çok mantıklı geldi bana. Çağan Irmak diyor ki "Bu film "Babam ve Oğlum" gibi değil. Zaten de olmamalı. Eğer o tuttu diye hep o çizgide, o tarzda filme çekersem o zaman izleyiciye hakaret etmiş olurum". "Farklı şeyler sunmaktır doğru olan ve izleyiciye saygıyı gösteren" diyordu. Kesinlikle haklı. O tuttu, o zaman o filmden birkaç tane daha yapayım dememek en güzeli. Keşke her yönetmen bunu yapsa da farklı filmler izlesek keyifle.

Filmde en çarpıcı şeylerden birisi ise filmin müzikleri. Sizi alıp eskiye götürüyor. Eminim hemen herkes filmden çıktıktan sonra filmdeki müzikleri bulmak için çabalamıştır. 45'likerde çalan parçalar, Ayla Dikmen'in "Anlamazdın", Nil Burak’ın ‘Yalnızım Ben’i, Semiramis Pekkan’ın ‘Bana Yalan Söylediler’i ve hatta Mishel Fugain’in ‘Une Belle Histoire’ adlı şarkısı da filmde öyle güzel sunulmuş ki... Ve daha güzel ve farklı olanı ise filmde bu parçaların büyük kısmı önce Alper'in gittiği bir barda canlı performans olarak bir grup tarafından başlıyor. Sonra mükemmel geçişlerle asıl söyleyenlerin sesinden devam ediyor. Filmde bahsettiğim bardaki grubun solisti filmin müziklerini de yapan Aria grubunun solisti Bora Ebeoğlu. Böyle söyleyince pek bir şey ifade etmiyor galiba ama bizim kuşağın isimlerinden Oya-Bora ikilisi deyince ışık yanacak mutlaka. Evet şaşırtıcı ama filmdeki grup Aria ve solisti bizim Oya-Bora'nın Bora'sı... Bunu öğrendiğimde yaşlandığımı düşündürdü bana. Çünkü filmde gördüğüm solistin Oya-Bora'nın Bora'sı olduğunu asla tahmin edemezdim. Çok yaşlı gördüm onu. Grubun diğer üyesi Yeni Türkü grubundan ayrılan İncesaz grubundan da tanıdığımız Cengiz Onural. Grubun filmde çıktığı mekanın adı 45'lik. Ama sanırım gerçekte orda çıkmıyorlar. Ama filmden sonra ben mekan sahiplerinin yerinde olsam grubu en azından haftada bir akşam program yapmaları konusunda ikna etmeye çalışırdım. Çünkü bir çok kişi filmden sonra grubun çıktığı mekanı aramaya koyuldu.

Ve filmde Alper'in sahibi olduğu restaurantın adı LeBlon. Bu restaurantın gerçek adı da Leblon. Daha doğrusu "11Leblon". Filmi izlemeden 1,5 ay kadar önce bir arakadaşımın mekanın sahibi ile tanışıklığı vasıtasıyla öğrendiğim ve gittiğim bir mekan. Gerçekten çok sıcak ve rahat bir ortam. Özellikle şarap içmeyi isteyenler ve kaliteli bir ortam arayanlar için ideal. Özellikle şarabın yanına yerli ve yabancı çok sayıda peynir çeşidinden seçeceğiniz peynirlerden oluşan tabaklar özellikli bir hava yaratmanın yanında lezzeti de artırıyor. Yemekleri çok lezzetli. Yemeklerin fiyatları da mekanın kalitesine göre çok normal. Hatta bence et yemekleri ucuz bile sayılır. Şarap fiyatları biraz yüksek ama genel ortalama açısından keyifli bir akşamı garanti eden bu mekan için fazla değil kesinlikle. Mekanın sahibi Arda Bey sıcakkanlılığını mekanına yansıtmış. Kendisi zaman zaman mekanda dj'lik de yapıyor. Mekanın o kaliteli yapısına karşın biz grup olarak yemeğin sonlarına doğru mekanda çalan müziklerle o kadar eğlendik ki ortamın sessizliğini biraz bozduk. Ama doğrusu eğlencemiz başkalarını rahatsız etmediği için olsa gerek bize de kimse durun demedi.

Uzun bir yazı oldu ama her şeye değinmek istedim.

Bu arada filmin resmi sitesi http://www.issizadam.com
Bu siteden filmle ilgili birçok bilgiye erişmeniz mümkün.

Bu filmi mutlaka izleyin derim. İyi eğlenceler.

NOT: Bu blog yazısını yazdıktan sonra bir arkadaşımın filmi izledikten sonra mailde yolladığı görüşünü ve ona kendi görüşümle ilgili cevabımı da sizlerle paylaşmak istedim. Yani en azından filmle ilgili farklı görüşleri de buradan paylaşmış olayım... Özellikle maillerin metnini aynen yayınlıyorum. Karşılıklı konuşma biçiminde olan yerler için kusura bakmayın. Ayrıca bu yazışma spoiler içerir. Yani filmi izlemeyenler metnin devamını okumasın bence. Filmin sahneleri hakkında bilgi var!!!

Orçun:
Biz ne güzel ki bu filmin mutlu son haliyiz Hande ile..
Eğer içimde kalan bir aşk olsaydı muhtemelen ben de belki etkilenirdim.
Ama size daha önceden Nuri bilge'nin filmlerinde bahsettiğim vurgu bozukluğu bu filmde de çok net görülüyordu ve hatta filmin oyuncularını doğal olmaktansa yapmacığa çeciriyordu,benim açımdan.
Filmdeki evlerin o tuğla duvarlarını konuştuk Hande'yle film boyunca düşünün yani etkilendiğimiz ikea'dan düzenlenmiş evlerdi,gerçekten de muhteşemlerdi..
Son sahnede dönüp sarılmalarını beklemiyordum.
Yani bir de şiir gibi cümlelerle konuşmaz insanlar hele vurgulaması da yanlış olunca ben hiç etkilenemedim ne yazık ki..
Çok çabuk gelişti herşey,çok çabuk da bitti.
Bazı şeyler de mantıken olası gelmedi bana ama tabi hayat deneyimleri bakış açısını değiştirir.
(kızın son sahnede ona sarılabilmesi bana garip geldi açıkcası,1-2 aylık bir ilişki,çocuğu var,adam çekip gitmiş,olası gelmedi..)
Bazı kendimden şeyleri görmüş olsam da filmden açıkcası bunları yaşamış birisi olarak görmek de içimi sıktı..
Açıkcası ben zaman kaybı olarak görüyorum filme gidişimi,ama sizlere şu yorumu yazabilmek için bile gitmiş olmak mutlu ediyor beni.

Benim Orçun'a cevabım:
Orçun kardeşim tabi ki bu işler biraderin de dediği gibi "zevkler ve renkler" meselesi. O yüzden görüşünü saygıyla karşılıyorum. Ama iki şey var değinmek istediğim. Birincisi; bir yazıda okumuştum önceden. Gidilen hiçbir film, okunan hiçbir kitap hiç beğenilmese bile aslında boşa geçmemiştir. Kendi görüşümüze göre kötü olanlarını okumasak yada izlemesek iyi olanların iyiliğini fark etmemiz de çok mümkün olmazdı. Ve aslında her farklı kazanım (film ya da kitaplardaki küçük kazanımlar) değerlidir. Kaldı ki senin de dediğin gibi özellikle bu film için, "kişilerin geçmiş yaşantıları bu filmin insanlar üzerindeki etkisini de değiştiriyor." denebilir.

İkinci değinmek istediğim şey öncelikle belirteyim ki filmi savunma yada polemik yapma çabası değil. Sadece benim bir tespitim, ki birçok izleyen kişi ile bunu üzerine konuştuk kesin bir karara varamadık. Filmin o son sahnesinde kız benim çocuğum diye bir fotoğraf gösteriyor ve evlendiğini söylüyor. Ama birincisi kızın parmağında alyans yok. İkincisi, iç seslerin konuşmalarında adamın iç sesi "seni unutamadım" diyor bir yerde. Kızın iç sesi de hemen cevap veriyor sanki dıştan konuşurlar gibi. "biliyorum" diyor. "Ben de seni unutamadım." Bu sözlerin arasına bir cümlede "birbirimize başkalarının çocuklarının fotoğraflarını göstereceğiz" diyor. Yani aslında o gösterdiği fotoğraf gerçekten kendi çocuğu değil de başkasının çocuğu gibi bir hava yaratıyor. Net değil ama kafa karıştırıyor. Biliyorsun filmin başlarında da adam benzer bir muhabbete giriyordu çocuğum var gibisinden.

Ama yine de öyle bile olsa ben de sarılmalarını beklemiyordum. Daha doğrusu o şekilde sarılan kişilerin tekrar ayrılıp dönüp arkalarını gitmeleri de anlamsızdı. Ama dediğim gibi eleştirmek istenirse çok şey bulunur. Ama yine de sadeliği, çok gerçek olması ve herkesin de ortak görüşü olan geçmişimden bir şeyler bulup sorgulamama en azından az da olsa düşünmeme yol açtığı için beğendim ben.

Merhaba!..

Öncelikle herkese merhaba demek istedim. Bu benim ilk blog yazım. Bundan sonra sık sık bu sayfada sizlerle paylaşımlarda bulunmak istiyorum.

Benim, konu seçiminde bir sınırlama yapmaya niyetim yok. Kendi ilgi alanlarım ve tecrübelerimle ilgili her konu hakkında yazmayı düşünüyorum.

Bu noktadan hareketle ilgi alanlarım hakkında kısa başlıklar verebilirim.

Eğitim, Spor, Kitap, Müzik, Bilgisayar, SBS, ÖSS, Sinema, Makaleler...

Sanırım ilk anda aklıma gelen ilgi duyduğum ve hakkında paylaşımlarda bulunabileceğim konular bunlar.

Kimi zaman okuduğum bir kitap hakkında bir şeyler yazacağım, kimi zaman bir maçla ilgili yorum... Kimi zaman dinlediğim bir albüm hakkında görüşlerimi paylaşacağım, kimi zaman izlediğim bir film... Belki okuduğum ve beğendiğim bir makaleden alıntılar yapacağım zaman zaman, belki de gittiğim bir eğlence mekanı hakkında tecrübelerimi yazacağım.

Evet, aslında özünde blog başlığımda yazdığım gibi tecrübelerimi paylaşacağım.

Hayatta geçen süre bizleri olgunlaştırmıyor. Bizleri o geçen süre içinde yaşadıklarımız, yaptıklarımız, gördüklerimiz, hissettiklerimiz olgunlaştırıyor. Madem öyle, geçen zamanın akışına kendimizi bırakmadan, o zaman dilimini en keyifli ve dolu nasıl geçireceğimizle ilgilenmeliyiz. Ve benim isteğim kendi tecrübelerimin en azından bir kısmını paylaşmak.

Bir küçük yazı okumuştum.
Bende 1 lira var sende de 1 lira var. Paralarımızı değiştirelim. Yine sende 1 lira bende 1 lira var. Sende 1 bilgi var, bende de 1 bilgi var. Bilgilerimizi değiştirelim. Şimdi sende 2 bilgi bende de 2 bilgi oldu. Demek ki bilgi paylaştıkça çoğalıyor.

O zaman paylaşalım.

Umarım benim yazarken duyacağım keyfi sizler de okurken duyarsınız.